Tasavvuf tarihinin en çok anılan isimlerinden birisidir.İsmi
Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın
Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm
olunarak şehîd edildi.
(Derleyen : Gülüm
Omay)
Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir.
Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek
Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî
hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren
sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek,
Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve
derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele
yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere
sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı
Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o,
dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun
tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü.
Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün
kendi işimden oldum." diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve;
"Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını
pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları
harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve
süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi
açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk
arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla
görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada
kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i
Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu
kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü
ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin
cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada
büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu.
Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da
nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da
ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr
hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet
daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine
gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e
geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti.
Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine
vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti.
Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler,
ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr,
Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab
ediyorlardı.
Hallâc-ı Mansûr'un İslâm'ı yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir
gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri
görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar
dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri
gösteren birer delildir.
"Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan
başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz
ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir.
Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat
zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile
îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde
ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz."
"Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm
etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."
"Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid
eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir
korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de
onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese
olur."
Bir gün kendisine; "Sabır nedir?" diye sorduklarında; "Sabır
odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ
bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez." buyurdu.
Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.
Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir
sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir
âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.
Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan
zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına
götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı
kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana
atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha
sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah
bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret
edemedi.
Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar.
İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da
yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece
O'nunlaydım, beni bulamadınız.
İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz.
Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi.
Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz
diye." buyurdu.
Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana
girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle
döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip
bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm.
"Şeyh nerededir?" diye sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı
görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?"
dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne
yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her
gün bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün
zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır.
Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne
yer?" diye sordum. "Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir
sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o
yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ
onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken
o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof
giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu.
Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım
(İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu.
"Şiraz'danım" dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs
ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: "Onu görürsen, o kâğıtları
(mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine: "Buraya nasıl
gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla." dedim.
Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona:
"Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halîfeye
gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım.
Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek,
katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selâmetle git." dedi. O
gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini
havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek,
ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı.
Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi.
Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu.
Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple
kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman
halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm
hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh,
yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği
şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli
mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp
gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar
onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları
saklayacağımı söyle." dedi.
Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece
diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki
sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın."
dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir
işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret
edince, bütün kelepçeler yere döküldü.. Bunun üzerine; "İyi ama
hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun
üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu
hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle
gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye
sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden
başkasına söylenmez." buyurdu.
Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz
veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun
üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ
yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini
görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.
Hallâc-ı Mansûr'un elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan
sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.
Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; "Tasavvuf
nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu
haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu görmeye tahammülünüz
olmaz."
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses
çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman
Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen
tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü
bile beni incitti." cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nefsi,
yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması
gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip;
"Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin
rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu
kullarını affet!" diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye
atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran
Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını
Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı
Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı,
bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye
atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin
kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: "Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a;
"Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ârif o
kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde
Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp,
gövdesi yakılarak, külünü savururlar."Onun dediği zamânı gözledim. Meğer
o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar."
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve;
"Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben:
"Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu
yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?" diye
sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep şudur. Sen
"Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan
kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın
ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti."
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık,
Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve
çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir.
Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ
ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl
olurdu.
Hallâc-ı Mansûr'un idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun
tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk
sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı;
"Ben Hakk'ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum.
Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât
kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O
büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O
vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hakk'ım) dedi.
Böylece, ben Hakk'ım, Hakk teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen
kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum,
Hakk teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hakk
teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın
(kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez.
Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile
birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler
söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu
kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge,
o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der.
Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hakk teâlâdan meydana gelmiştir. Hakk
teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur."
sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle
söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki,
sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor.
Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü
söylemiyor."
Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu
söylemişlerdir. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve Hallâc aynı şeyiz.
Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi."
buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc, imâmdır. Fakat
durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın)
bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta
İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu."
demiştir.
Ali Râmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin
Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî'nin oğullarından biri
bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzâh
etmiştir. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri
bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara
geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar
büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş
değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.
Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının
anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
1)Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.114
2)Kuşeyrî Risâlesi; s.28, 43
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.199
4) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.140
5) Târih-i Bağdâd; c.8, s.112
6) Hikâyetü'l-Mansur; c.4, s.138
7) Hallâc-ı Mansûr; AliEmirî, 1252
8) Tabakât-ı Ensârî; s.315
9) Tabakâtü'l-Evliyâ; s.187
|
|