Son ; gizli olanın ortaya çıkmasıdır.

 

          Markete girdiğinizde ne alacağınızı , ne kadar alacağınızı  başkası bilemez bu bir sırdır .Kafanızda alışveriş hakkında bir fikir olmasına rağmen sizi için bile alış veriş sırlar içerir.  Alışverişi tamamlayıp kasaya girdiğinizden neler alacağınız belli olmuş fiyat konusunda herkesi aşağı yukarı bir tahminde bulunabılınır. Barkot okuyucuda aldığınız mallar okunmaya başlandığında ( kayıt numarası ile veri tabanından fiyat bilgisi alıp toplanarak ) alışverişinizin ne kadar tutuğu ortaya çıkmaya başlar ve bütün mallar barkot okuyucusundan geçirildiğinde  yaptığınız alış verişin bedeli ortaya çıkarak ve Markete giriş sırrı ortadan kalkaçak alış veriş son bulacakır.

   Son ; bir problemin çözülmesi , bir fonksıyonun  durması ,  algoritmanın istenen sonucu üretmesi yani bilinmeyenin ortaya konması sonucu oluşan bitiş olup tekrar başlatılamıyan  son  ise  ölüm kelimesi ile ifade edilir. 

  İnsan yaşamı sırların ortaya çıkması olup en büyük ve önemli sırrın ortaya çıkması ile yaşam son bulur . En büyük sır genellikle ömrün sonuna doğru ortaya çıkar . En büyük travmanın  ( şeytan veya virus ) anne rahmindeki yaşamın  ilk döneminde alınması ve bütün hayatı yönlendirmesiyle birlikte kader son sırrın çıktısını ortaya koyarak , dünya  hayat defteri kapanır.

 Saf bilgi anlamında son ; başlangıç dizilimin ( başlangiç koşulları ve giriş bilgisi ) beklenen dizilim ( sonuç durumu ve çıktı ) arasındakı süreçin ( durumların )  açıkğa çıkarılmasıdır. Fiziksel anlamda bitiş  dengenin oluşmasıdır . Örneğin sıcak hava (yüksek entropi ) ile soğuk havanın ( düşük entropi)  bir birine karışması ile oluşan düzensizlik (kaos) . Kapalı sistemlerde  (kümede)  bu süreç basitten karmaşığa doğrudur.

 

Bilgi sayı dizi olarak ifade edilebilir . ( Bilgisayarda verileri 0 ve 1 lerden oluşan dizi olarak ifade edilir.) . En basit sayı dizisi tam sayı dizidir . Dağınıklığı ( entropisi ) en az olan dizi 1 , 2, 3 , 4 ,5 , ...... n . ( meditasyon düzenler, onarır, istek rasyoneldir)  Daha sonra tek sayı , çift sayı olarak ikiye ayrılan dizidir. Fonksiyon şeklinde yazılabilen dizile, algoritmanın üretebileceği diziler olarak karmaşıklaşarak devam eder. Dizilerin çoğunluğu sayılamayan diziler oluşturur. Rasgelelik çoğunluktadır ve  bilginin derinliğini , mikro  ve makro uzayın sınırlarını çizer. ( Namazdaki  miraç ; aklın matematiğin öteside gelişim ,dua irasyoneldir) Sınırlı veri ile sinirli bir dizi oluşturulabilinir. Ne kadar bilirsenk bilelim  bildiğimiz bilmediğimizin yanında bir hiç olduğu açıkça görünmektedir.

  Her şeyi çift yarattık yani  matimatiksel anlamda iki farklı diziliş , örneğin  insan geni ikili sarmal şeklinde 4 lu sayi sisteminde bir diziliştir.   Gelişmiş canlı sistemlerde iki farklı gen karşılaşması ile oluşan en güzel ( spermin çok oluşu ve yumurta tarafından seçilp içeri alınması ) seçimle oluşan zigot ( döllenmiş yumurta)  ile  yaşam devam ettirilir. Bu seçimde en büyük etken bilinç altı  mantıkğın süzgecinden geçmiş ,duygulardır. 

Her şeyi eldeki bilgi kadar doğrudur. Bilimin tarhisel süreçın , insan algısını nasıl değiştirdiği  bilinmekteyiz. Şerit metre ile dunyanın yuvarlaklığı ispatlanamayacağı gibi maddi gözlemlerle vahi bilgisi açıklanamaz.  Maddi verilerle bir peygamberi ele alırsanız telkinle oluşmış pisikolojik medyumluk durumundan başka bir şey ortaya koymanız mümkün değildir.

Eskiden ruhsal seyahat , uzak mesafelerden bilgi almak , kısa zamanda bir yere gitmek , düşünce ile maddeye kontrol etmek  , aynı anda bir çok yerde olmak ,biresel olarak ortaya çıkarılan sırlardı . ( Yerin yaratılması ,toprak , madde , tekillik , irasyonellik ) .  Günümüzde televizyon (duru görü ) , internet bilgi almak  , araba ve uçakla hızlı  seyahat , uzaktan kumanda ve robotik sistemler ,medyanın güçü   herkes için kerametleri ( çok az bir azınlığın vakıf olduğu sır , halk dışındakiller bile  teknoloji bilgi derinliği o kadar fazladır ki  bir birlerini anlamazlar) bilinmeden kullandığı , toplum tarafından ortaya çıkarılan  aşıkar sırlardır. ( Göğun  yaratılması , ateş, dalga ,çoğunluk  , rasyonellik )

 Hz İsa , Hz Ali , Hallac-ı Mansur un ölüm sir ne idi ?.  Yerin yaratlış bilgisine ulaşan zatlar neyin sırrını ortaya çıkardılar.

   Hallac-ı Mansur gibi alimler ölümü   , maddenin sırrını ortaya çıkardı. . Birinci gün kendini zindanda bulamamışlar , ikinci günü kendide, zindan da yerinde yokmuş , üçüncü gün yerinde imiş .  Bilim maddeyi yok ettiğinde ( başka boyuta gönderdiğnde ) sir tamamlanacak . ( Parçacık hızlandırıcılarla mikro uzayda bu yapılmaktadır.) 

 Hz Ali’nin  ölümü , ölümün sırrını ortaya çıkarmaya başladı  ( Yerin yaratılısı ) dirilişle bu sır ( göğün yaratılışı )  son bulacak .

   Hz İsa ölümü ; yaşamın yanı dunyanın  yartılış sırrını ( Yerin yaratılısı )  ortaya çıkarmaya başladı , tekrar gelişi ile ( göğün yaratılışı )  bu sırın ortaya çıkışı tamamlanacak ve dunyanın sonu olacak .


http://www.kuran.gen.tr/?x=s_main&y=s_middle&kid=3&sid=18&go.x=8&go.y=12

 

60.

Bir vakit Musa genç hizmetçisine demişti ki: " İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut senelerce gideceğim."

 

61.

Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. O zaman balık denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.

 

62.

Bu şekilde geçtikleri zaman genç hizmetçisine: "Getir kuşluk yemeğimizi; gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk." dedi.

 

63.

Genç: "Gördün mü dedi kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum; onu hatırlamamı muhakkak şeytan unutturdu. O şaşılacak bir şekilde denizdeki yolunu tutmuştur."

 

64.

Musa da dedi ki: "İşte aradığımız oydu!" Bunun üzerine izlerini takip ederek gerisin geri döndüler;

 

65.

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

 

66.

Musa ona: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim" dedi.

 

67.

O: "Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.

 

68.

Havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!" dedi.

 

69.

Musa: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem." dedi.

 

70.

O: "0 halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar."

 

71.

Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa:"A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!" dedi.

 

72.

O: "Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?" dedi.

 

73.

Musa: "Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!" dedi.

 

74.

Yine gittiler nihayet bir oğlana rastgeldiler; tuttu onu öldürüverdi. Musa: "Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü birşey yaptın!" dedi.

 

75.

"Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?" dedi.

 

76.

Musa: "Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.

 

77.

Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini mİsafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın" dedi.

 

78.

O: "İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim.

 

79.

Önce gemi, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gaspedip alan bir hükümdar vardı.

 

80.

Oğlana gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun bunları azgınlık ve küfür ile sarmasından korktuk.

 

81.

İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.

 

82.

Gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için saklanmış bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Bütün bunlar, Rabbinden bir rahmet olmak üzeredir ve ben hiçbirini kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!" dedi.

Bir yolculukta  geçmişe yolculuk yapılamıyacağını dolaysı ile Hızır’ın geçmişten bilgi aldığını  düşünüyordum . Gideceğim  yer vardığımda yola çıktığım zamandan yolun alacağı süre kadar geri zaman gittiğim öğrendim . Kuantum fiziği bir maddenin aynı anda farklı zaman ve mekanda olabileceğini soyluyor. Akıl erdirilecek şey değil , Çanakkale savaşında savaş gemileri 1/3 nu batıran mayınlar veya siyah bulutun kaçırdığı ingiliz askerler gibi .       

 

Dunya’nın sonu ile ilgili tahminler.  

Fatih sultan Mehmed’in en büyük sırrı sır tutması idi . (Fatih sultan Mehmed , sırrımı sakalım bir kılı bilse tamamını  kökünden keserim demiş) belki de o yüzden son seferine giderken öldü. Sırrın açığa çıkışı  (gerçek anlamda göğün yaratılışı)  Avrupa nın teknoloji ve felsefe  geliştirmeye başlması. ( Teori : en büyük sırlar ölüme yakın ortaya çıkan sırlardır.)

  Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük varlık sırrı ne olabılır.  O , Osmalı imparatorluğun subayı idi  . Osmanlı bir zamnlar bütün Avrupadan daha büyüktü . Bir vatan sever olarak İslam toprakların hakımiyeti   yabancı ellerin idaresine geçmesini asla kabul edemezdi. Ölüm döşeğinde Hatay’ın  kurtuluşu için verdiği savaş en büyük sırının ortaya çıkmaya başlamasıdır.  ( Yerin yaratılısı = giriş verisi ).

Günümüzde Türkiye  İslam çoğrafyasında ABD den daha etkin bir rol alıncaya kadar laik ve antilaik çatışması yanı  eneji akışı ( algoritmik kontrol ) devam edecektir. ( göğün yaratılışı  = Çıkış verisi )  

         Üçüncü dünya savaşı çıkmadı .    ( Kıyamet , kademe yükselmesidir yani  Bilinç sıçraması)   Uzaya çıkılması , bilgisayarın keşfedilmesi , internetin icadı Dünyanın hal uzayını çok büyüttü  bu yüzden dünyadaki psikolojik , doğal , ekonomik vs  entropi artışı göreceli olarak azaldı .   11 eylül olayları gösterdi ki gelişmiş ülkelerin çektiği ( petrol , faiz , beyin vs ) düşük entropi ile artırdıkları durum sayısı insan soyu için  tehlikeli boyutlara ulaşmıştır .  4 temel kuvvet dışında ( Çekim kuvveti simetriliği ve evrende fizik yasaların aynı almasını sağlayan kuvvettir. )  zeka ( biyoloji ) kuvveti , Akıl ( İnsan ) kuvveti de değerlendirildiğinde ( bir biyolojik silah bütün insanlığın sonunu getirebilir . )  önümüze iki seçenek  çıkmaktadır .

   Eski insanlar için Dunya düzmüş yakın geçmişte biz gezegenimizi yuvarlak hale  getirmişiz.  Hala güneşin doğduğuna ve battığına inansak ta insanlığın tamamına yakın yaşadığı yer yüzünü düz olarak (mühendisleri çoğu dahil) kullansa da Dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor .

  Yakın gelecekte yaşadığımız uzayı yeni kuvvetler kullanarak ( Teknoloji Dunyayı küre yapıyor. ) paralel uzaya dönüştüremesek entropi artışı Dinozorlar gibi İnsanlığın sonunu getirecektir. 

      Manyetik kuvvet  ( Foton ) kullanmamız Dünya yüzeyinden ( iki boyutlu ) bizi kurtarıp üç boyutlu uzayı kullanmamızı sağladı .

Çekim Kuvvetini ( Gravite ) kullanırsak zaman boyutu olan 4  boyutunu da kullanmış olacağız. Bu bizi evrenin her noktasına taşıyacak ve yaşadığımız evren paralel uzaya  dönüşecektir.  Geriye Duygu kuvveti ( Nazar ) ve Akıl kuvveti ( telepati )  fiziksel dünyamıza katmamız kalır .  
 

 Dunyanın sonunun evrenle aynı olması için başka yıldızların uydularında , yaşam olmaması veya insanlığın uzaya açılamaması ile mümkündür.

  Alıntı

http://www.sonsuzlukotesi.com/portal/index.php?option=com_content&task=view&id=310&Itemid=31

 

Hallac-ı Mansur / En El Hak

PDFPrint

E-mail

 

 

Tasavvuf tarihinin en çok anılan isimlerinden birisidir.İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.

 

(Derleyen : Gülüm Omay)


Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir.
Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.

Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum." diye söylendi.

Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.

Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.

Hallâc-ı Mansûr'un İslâm'ı yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir.

"Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz."

"Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."

"Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur."

Bir gün kendisine; "Sabır nedir?" diye sorduklarında; "Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez." buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.

Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.

Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.

Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar.
İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız.
İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz.
Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi.
Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.

Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?" dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: "Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla." dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selâmetle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle." dedi.

Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü.. Bunun üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

Hallâc-ı Mansûr'un elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu görmeye tahammülünüz olmaz."

İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.

Abdülmelik Evkâf anlatır: "Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; "Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar."Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar."

Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; "Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?" diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep şudur. Sen "Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti."

Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu.

Hallâc-ı Mansûr'un idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hakk'ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hakk'ım) dedi. Böylece, ben Hakk'ım, Hakk teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hakk teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hakk teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hakk teâlâdan meydana gelmiştir. Hakk teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi." buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.

Ali Râmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.

Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:

Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.



1)Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.114
2)Kuşeyrî Risâlesi; s.28, 43
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.199
4) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.140
5) Târih-i Bağdâd; c.8, s.112
6) Hikâyetü'l-Mansur; c.4, s.138
7) Hallâc-ı Mansûr; AliEmirî, 1252
8) Tabakât-ı Ensârî; s.315
9) Tabakâtü'l-Evliyâ; s.187